10 Haziran 2019 Pazartesi

Germakoçi'nin 'germa'sının Etimolojisi Hakkında


Germak̆oçi kelimesini kendi köyünde kullanılsın, kullanılmasın pek çok Laz, en azından meraklı Lazlar duymşlardır. Ormanlarda yaşayan, bütün vücudu kıllarla kaplı, insanın her yaptığını taklit eden bir nevi orman adamıdır bu. Bu mitolojik figürle ilgili bir kaç inceleme de kaleme alınmıştır.
Germak̆oçi kelimesi ve eşbiçimleri Viʒ̆e (Fındıklı) ve doğusunda konuşulan Lazcada kullanılır, Ardeşen ve Pazar tarafında bilinmez. Ancak aynı mitolojik figüre Ç̆ik̆a ya da K̆oncolozi, bazen de Yaban Adami dendiği olur.
Bu Germak̆oçi kelimesindeki ikinci unsur, yani k̆oçi “adam” demektir. Öndeki germa'nın ise “dağ, orman” anlamına geldiği kabul edilir. Bir halk etimolojisi üzerinden bir çıkarım ve bunun devamında bir neoloji olarak mı germa kelimesinin bu anlamı kazandığını, yani doğalında insanların germa ya da eşbiçimlerini konuşma dilinde kullanıp kullanmadıklarını  bilemiyorum. Ancak Dumezil’in ve Asatiani’nin metinlerinde germa kelimesinin bu anlamda kullanımına rastlıyoruz.

Germak̆oçi için Fındıklı tarafında Gemak̆oçi başka yerlerde de Gimak̆oçi dendiğini biliyoruz. Şu halde “orman, dağ” anlamındaki germa, gema, gima kelimelerinin menşei, kökü, etimolojisi nedir? Bu epey zamandır aklımda olan bir soruydu. Megrelce ve Svanca sahasına baktım, benzer bir kelime var mı diye, ama hiçbir şey bulamadım. Gürcüce sahası için de hakeza... Öyle görünüyor ki bu kelime sadece Lazca sahasında kullanılıyor. Tecrübelerim, sadece Lazca sahasında rastlanan, içerisinde çx, ʒx, t̆k̆, ç̆k̆, şk vs. kompleksleri bulunmayan, bunun gibi iki açık heceden oluşan kelimelerin Lazca olma ihtimalinin çok düşük olduğunu gösterdiği için, Lazca için özellikle iki donör dil; Ermenice ile Rumcaya da baktım, ama oradan da sonuç alamadım. Elbet bir yerden çıkar, deyip kelimeyi kenara koydum ki, geçenlerde bir durumu fark ettim: Bir kaynakta Germak̆oçi’nin Dimak̆oçi şeklinde yazıldığını gördüm. Klavyede d ve g harfleri oldukça birbirine yakın, o sebeple bir yazım hatası olabilir, diyerek sadece not etmekle yetindim bunu. Ancak dün, Facebook ortamında “dima”nın ne anlama geldiğini sorgulayan bir paylaşımın altındaki yorumları görünce, Dimak̆oçi formunun bir yazım yanlışı değil, Arhavi’ye özgü bir söyleyiş olduğunu anladım!
Bu idraka vasıl olunca, kelimenin soyu sopu yavaş yavaş kendini ele vermeye başladı. Etimoloji ile ilgilenen biri, dima ile gima aradındaki d > g değişimine “dilin kemiği yok” kabulü ile kayıtsız kalamaz. Kaldı ki bu tür ses değişimlerinin hiçbirisi tesadüfen ve anlamsız değildir ve bunlar fonolojinin en heyecan verici fenomenleridir. Kaldı ki, örnekleri az olsa da Lazcada /i/ önündeki /d/lerin /g/leşmesi bu türden bir ses olayı olarak karşımızda durmakta. Bunun en bilindik örneği gyari “yemek” kelimesidir. Zira gyari’nin aslı diari idi ve 1797 tarihli bir kayıtta bu şekilde geçmesinden başka, Svancada diar “yemek” ve Megrelcede diar- fiili “ziyafet vermek” anlamında kullanılır.
Aynı ses olayı Yunanca kökenli ποδιά podia “önlük” kelimesinde de görünür: Hopa’da p̆odia olarak kullanılan kelime Viʒ̆e’de p̆orgya formunu alır. Viʒ̆e ve doğusundaki /gy/ sesinin Ardeşen ve Atina’da /c/leştiğini hatırlayınca (gyari > cari gibi), p̆orgya’nın Ardeşen-Atina’da p̆oca şeklini alacağını tahmin edebiliriz. Buna bir bitki türü olan soxudia > soxorgya ve xardali > xargyali “hardal” örneklerini de verebiliriz.
Şu halde gima kelimesi dima’nın alternansından başka bir şey değildir ve germa da hesaba katılırsa, *dirma gibi bir arkaik formdan bahsetmemiz mümkün olur. İşte bu ipucu üzerinden Yunancayı taradığımda δρυμός drimos “orman” kelimesi karşıma çıkıverdi. Bu kelimenin düzensiz nötr çoğulunun δρυμά drima şeklinde olduğunu görünce bütün fonolojik sorunlar çözülmüş oldu.
Şu halde sadece Lazcada karşılaştığımız bu kelime δρυμά drimá >> *drima > *dirma > *girma araformlarına ve bunun günümüzde rastlanan dima, gima, germa, gema ve cerma şekillerine evrilmiş olduğunu bir etimologun gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.
Darısı gest̆a, grest̆a, cest̆a’nın başına!

10 Kasım 2018 Cumartesi

"Şanguli" Adı Üzerine

Günümüzde Ardeşen’e bağlı, Fırtına Deresinin doğusunda, yeni adı Doğanay adlı bir köy vardır. Burası hakkındaki en eski kaynak 1681 yılına ait bir avarız defteridir. Bu defterde شانغول Şānġūl şeklinde anılan köy, Yanivat ve Dutxa ile birlikte Zğemi köyüne bağlı bir mahalle olarak gösterilir: Ḳarye-i Ẓġām-i zīr ve bālā maa maḥalle-i Ṭūtḫā ve Şānġūl ve Yānivāt tābiʽ Ātīna.

Bundan sonraki kayıtlarda, artık Şānḳūl (شانقول) köyü Atina kazasına bağlı bir köy olarak anılagelir (Atina kaza merkezi şimdiki Pazar kasabasıdır).

Bir kaç arkadaşım ve bazı meraklıları Şangul kelimesinin anlamını bana sordular. En sonunda bu konu hakkında kısa bir yazı kaleme alıp, hepsine topluca bir cevap vermeye karar verdim. Bu kelime hakkındaki bildiklerim şöyledir.

Evvela Şanguli adı 17. yüzyıl başlarında yazıya geçmiş, Megrelya’da kullanılan bir antroponim (insan ismi) olarak da bilinmektedir. Eski Lazika Eparklığının 4 episkoposluk merkezinden biri olan ve 8-10. yüzyıllarda Gürcü kilisesine bağlanan Tsaişi manastırının kayıtlarında 17. yüzyılda Şangulia soyadlı 6 kişi kayıt altına alınmıştır. 1616-1621 yıllarına ait başka bir kilise kaydında yine Şangulia soyadlı kardeşlerden bahsedilmiştir. 17. yüzyılın ilk çeyreğinde Megrel Prensi II. Levan Dadiani’nin hizmetinde çalışmış Kaixosro Şangulia adlı bir kişi de günümüze ulaşan kayıtlarda anılmaktadır. Son olarak, bu soyadına Şanglaia formunda da rastlanmaktadır. Megrelcedeki Şangulia soyadı önceden bir lakap olarak ortaya çıkmış olmakla birlikte, sonradan soyadı (gvari) olarak kullanılmış olmalıdır.

Lazca sahasında soyadı olarak en eski kayıt Şanguloğlu şeklinde olup 1834 yılına aittir. Bu tarihte Viçe'nin (Fındıklı) Abuulya ve Çanapet köylerine Şanguloğlu sülale adı kayıt altına alınmıştır. Bu sülale Soyadı kanunu ile Şengül soyadını almıştır. Bu arada bir arkadaşım, Güneysu'nun Handüzü yaylasına çıkılırken, küçük bir mezra adı olarak Şankul kelimesine rastlandığı bilgisini iletti bana.

Şangulia soyadındaki –ia unsuru Megrellere has bir soyadı (gvari) yapma ekidir. Geriye kalan Şangul- gövdesini şang- kökü oluşturur ki, Megrelcede şangi “siyah” anlamına gelir (şangiş peri).  Alio Kobalia Megrelce sözlüğünde şangi/şange/şagi kelimesini "siyah, bakır çalığı; esmer" şeklinde açıklamıştır. Bu kökten türemiş kelimeleri şöyle sıralar: şamgi/şamugi "siyah; bu adla üzüm türü de vardır", şamgona "şamgi üzümü bağı" (Enguri nehri kıyısında Zugdidi iline bağlı bir köyün adı da Şamgona'dır), şangeli "uzun boynuzlu bir tür böcek" (Gürcücenin İmereti ağzında: şanguli “uzun boynuzlu, siyahlı beyazlı bir böcek”), şangişperi "esmer, siyahımsı, siyahımtrak", şangu/şamgu "üzüm türü" (bu üzüme farklı kaynaklarda Şangula, Şanguli ya da Şamgula da denmektedir),  şangua/şangulia "siyahlı, esmer".

Şangi sözünün nihai kökeni Farsça "zenci" anlamındaki زنگی zangî kelimesidir. Bu söz Türkçeye Arapça üzerinden zenci şeklinde girmiştir. Gürcü dilinde zangi yine zenci demektir.Muhtemelen "bakır çalığı" anlamındaki jangi (Gürcüce jangi, Lazca mjangi/zanci) kelimesiyle analoji sonucu ş-leşme ve Kobalia'nın verdiği "bakır çalığı" anlamı ortaya çıkmıştır. Gerçi jangi de Farsçadır: زنگ zang "bakır çalığı" (Ermenicede jang).

Sonuç olarak, Megrelce “siyah” ve daha doğrusu "zenci, siyahî" anlamındaki şangisözünden türeyen Şanguli, kelime anlamı olarak “siyahî” demektir ve siyah bir üzüm cinsine ad olmuştur. Bu şang-ul-i kelimesindeki –ul eki Osmanlıcadan bildiğimiz, nispet î’sinin (insanî, siyahî, Avrupaî, hayvanî kelimelerindeki –î eki) karşılığıdır ve eklendiği kelimeye bir şeye bağlı olma, ilişkili olma anlamını katar. Lazcada Avrupaî tarzda kilidefrang-ul-i yani Frenk-î (Frenk kilidi) ya da bir erik türüne Kort-ul-i (Kortu – Gürcü demektir) denmesi gibi... Şangul-i’nin sonundaki –i eki ise malumunuz Güney Kafkas dillerine has apsolütif hal ekidir.

Şu halde Ardeşen’in Doğanay yani Şanguli köyünün adının anlamı ya (1) “Şanguli adlı üzüm türünün yetiştirildiği yer”dir ya da (2) “Şangulia/Şanguloğlu soyadlı sülalenin mahallesi”... Her ne kadar, 17. yüzyıl ve öncesinde bu sülale adını kayıtlarda tespit edemediysem de ve evvelden birinci şeceneği daha olası bulsam da, Şangul sülalesinin Lazistan'da da yaşıyor olmasından hareketle, şimdi ikinciyi daha mantıklı bulduğumu belirteyim. 

Bunun haricindeki, Şam’lı, şanlı, güllü halk etimolojileri ciddiye alınacak şeyler değildir.

9 Kasım 2018 Cuma

Gergedanın Lazcası Ne?

Gergedan "canavar" tarifine en uygun hayvan olsa gerektir. Dinozorlar çağından kalma, burnunda garip boynuzları ve üzerindeki zırhıyla kocaman ve oldukça korkunç bir yaratık... Ayrıca bir hayli de saldırgan ve kötü şöhretli...
Gergedanlar Yunanca ve bilimsel adıyla Rhinoceros yani "Burun-boynuz", eskiden daha geniş bir coğrafyada yaşamakla birlikte, günümüzde Asya'nın Güneydoğusunda Hindistan ile Çin arasındaki sahada ve Güney Afrika'da yaşar. 
Kuşkusuz Lazların yaşadığı sahada gergedan hiç olmamış. Bu yüzden Güney Kafkas dillerinde bir miras olarak gergedanı ifade eden bir kelime yoktur.
Pekiyi, ödünç de olsa Lazcada gergedanı ifade eden bir kelime var mı acaba?
Bu soruyu bana bir sene kadar önce sorsaydınız, "neden olsun ki?" derdim.
Bir kaç yıldır hazırlamakta olduğum sözlük çalışması için yaptığım derlemelerde, kelimelerin yeniden tashihi ile ilgilenirken, garip bir kelimeyle karşılaştım: "kerkedeni".
Kelime Çxala ağzında kullanılmaktadır ve "Txa mgerişen muçitaşi kerkedeni nikten." yani "Keçi kurttan kurtulunca kerkeden'e dönüşür." atasözünde karşımıza çıkmakta. Aslında bundan başka bir kullanım tespit edemedim. 
Kerkedeni
Buradaki kerkedeni kelimesini bir kenara not ettim. Ancak anlam olarak bir şey bulamamıştım. Fakat bir vesileyle Türkçe gergedan kelimesi hakkında bir yazı okurken ilginç bir benzerlik gözüme çarptı. Türkçe gergedan kelimesi 1400'lerde kergeden ve kergerden şeklinde kullanılıyormuş. Bu kelime Türkçeye Farsçadan girmiş. Farçada bu hayvana کرگدن kargadan ve Arapçada kargaddan denmekteymiş. Kelime Eski Süryanice karkǝḏānā ve Akadca Kurkizannu şeklindeymiş ve hepsinin kökeni Hindistan'da konuşulan Eski Sanskritçe khaḍgadhenu "dişi gergedan" kelimesidir. Sanskritçe khaḍga kelimesi aslında "kama" anlamındadır ve diğer bir anlamı da gergedandır.
Kelime Sanskritçeden Farsçaya ve oradan da çevre dillere yayılmış olmalıdır: Avarca gargadan, Azerbaycanca kərgədan, Tatarca qärkädän, Kırım Tatarcası kerkedan, Kürtçe kergeden, Lakça kargadan, Tacikçe karkadan, Uygurca kerkidan, Özbekçe karkidon vs.
Lazca kerkedeni'nin Farsçadan mı yoksa Türkçenin yerel ağızlarından bir alıntı olduğu karışık. Farsça ile direkt bir temas olmadığına göre, Türkçe veya bölgedeki başka bir dilden girmiş olması lazım Lazcaya. Gürcüler mart̆okra yani "tek boynuz" diyor bu hayvana. Onların da gergedanla temasları olmadığına göre, tercüme bir isim olmalı.
Bu arada, yukarıdaki atasözünü de araştırdım, belli ki bu atasözü Türkçeden aktarılmış. Türkçede, Ömer Asım Aksoy şöyle veriyor atasözünü: "Keçi kurttan kurtulsa gergedan olur." Anlamı da şu imiş "Tehlikeler, zararlar olmasa her şey alabildiğine gelişir."

16 Mart 2018 Cuma

II. Abdülhamid ve Batum Hakkında


Çürüksulu Ali Paşa ve Laz milisler.
Geçtiğimiz günler Abdullahamid’in vefatının 100. sene-yi devriyesiydi.  Ehl-i kalem ikiye ayrılmış; muhafazakarlar ve hükumet yanlıları Sultan Abdülhamid Han’ı adeta kutsal bir şehit gibi anlatıyorlar. Diğer taraf ise onun kaybettiği bilmem kaç milyon kilometre kare topraktan, eşlerine, içki düşkünlüğüne kadar enva-i çeşit hikayelerden bahsediyor.
II. Abdulhamid, nam-ı diğer Kızıl Sultan, İttihatçılar ve onların devamı olan Cumhuriyet’in kurucu kadroları tarafından sevilmezdi. Adı hep “istibdad” ile anıldı. Abdülhamid deyince benim aklıma da hep Tevfik Fikret’in “Sis” şiiri gelir... 
Abdülhamid’in bu kötü şöhretinden sebep AKP hükümetine kadarki devlet aklı onu makbul bir padişah olarak öne çıkarmamıştır. Bununla birlikte, 31 Mart darbesiyle tahtan indirilen sultanın hakkının yendiğini düşünen İslamcı cenah, rövanşist duygularla ona ayrı bir değer verdi.
Türkiye'nin politik konjonktürünü bir kenara koyalım. Lazlar arasında da Abdülhamid’in mühim bir yeri olsa gerek. 1877 senesine dönelim... Ruslarla 93 Harbi patladı patlayacak...
Öncelikle hatırlatayım, 93 Harbi öncesinde Batum, Lazistan Sancağı’nın merkezidir. 1876’da Lazistan Sancağı; Nefs-i Batum Kazası, Macahel Nahiyesi, Livane Kazası, Acara-i Sufla  Kazası, Çürüksu Kazası, Hopa Kazası, Arhavi Nahiyesi, Atina Kazası, Hemşin Nahiyesi, Acara-i Ulya Nahiyesi, Gonia Nahiyesi ve Heba Nahiyesi adlı idari birimlerden oluşmaktaydı.
93 Harbi’nde yukarıda anılan birimlerden, Batum Kazası, Macahel Nahiyesi, Livane Kazası, Acara-i Sufla  Kazası, Çürüksu Kazası, Acara-i Ulya Nahiyesi, Gonia Nahiyesi ve Heba Nahiyesi ile Hopa Kazası’nın bir kısmı Rusya’nın egemenliğine girince, yeniden idari bir yapılanmaya gidilerek, Keskim (şimdiki Yusufeli bölgesi) ve Rize-Çayeli civarları yeni kurulan Lazistan Sancağı’na dahil edildi ve sancak merkezi de Rize’ye taşındı.
40 yıl boyunca Azlağa (Abuislah - Esenkıyı) köyünün doğusunda, Liman köyünün batısındaki Kopmuş burnu Rusya ile Osmanlı arasındaki sınırı teşkil etti.
Ruslar Kafkas cephesinde Karsı, Erzurum’u dolanıp Güneyden Artvin’e dayanmışlar, Kuzeyden de Çürüksu (Kobuleti) önündeki Ozurgeti’de konuşlanmışlardı. İki taraftan tazyik ediyorlar fakat özellikle yerli beylerin liderliğini yaptığı milis direnişini kırıp şehre giremiyorlardı.
Ancak Balkan Cephesinde Ruslar Osmanlı ordusunu dağıtıp Ayastefanos’a yani şimdiki Yeşilköy’e gelip kamp kuruyorlar. Babıali ile aralarında Topkapı surları var. Bir taarruzla surları dağıtıp İstanbul’a girmeyi düşünüyorlar. Osmanlı erkan-ı harbiyesi başkentin Bursa’ya taşınmasını tartışıyor. İstanbul’dan ümit kesilmiş. Bu yoklukta Abdülhamid İngiltere’yi barış için aracı yapıyor; tabii Kıbrıs karşılığında. Rusların ilerlemesinden rahatsız olan İngiltere Rusya’ya baskı yapıp, ikna ediyor ve 31 Ocak 1878’de Edirne Mütarekesi imzalanıyor. Görüşmeler, pazarlıklar 3 Martta Rusya İle Osmanlı arasında imzalanan Ayastefanos Ön Barış Anlaşması ile sonuçlanıyor.
Bu antlaşmanın 19 maddesinin 2. fıkrasında, Ardahan, Kars, Batum, Bayezit ve Soğanlı’ya (Eleşkirt ovası) kadar olan yerlerin Rusya’ya terk edileceği; 3. fıkrasında ise Baserebya bölgesi ve 2. fıkrada belirtilen yerlerin, savaş tazminatı olarak 1.100.000.000 ruble karşılığında Rusya’ya bırakıldığı ifade edilmektedir. Antlaşmanın aynı maddesine göre toplam tazminat 1.410.000.000 rubleydi (= 1.640.000.000 Osmanlı altını).
Savaşın diğer cephesi olan Kafkasya Cephesine mütareke haberi  7 Şubatta ancak ulaşıyor. Fakat çıkan şayialar cephede anavatanları için çarpışan gönüllü milisleri rahatsız ediyor. Padişah’ın Batum’u Rusya’ya bıraktığı söylentisi doğru çıkınca eşrafın ekabirinden bir grup hükümetle görüşüyor. Diyorlar ki; "etmeyin, mesele tazminatsa, payımıza düşeni toplayıp verelim. Biz Rusya’yı vatanımızda istemiyoruz!" Fakat Yıldız Sarayı kararını vermiştir çoktan. Akabinde ekabir memleketlerine döner dönmez Rusya’nın Batum’a girmesi durumunda silahla direnme kararı alıyorlar ve “Lazistan Kıyamı vakka-yı meşhuru” başlıyor. Abdülhamid’ten bir fayda bulamayacaklarını anlayan ekabir politik bir destek sağlamak için bir delegasyon oluşturup İngiltere’nin Trabzon konsolosluğuna baş vuruyorlar. İstanbul büyükelçiliği üzerinden Lordlar Kamarasına gönderdikleri bir mektupla Batum’un öneminden, Rusların eline geçmesi halinde Karadeniz'deki askeri ve ekonomik üstünlüğün Rusların eline geçeceğinden bahisle, İngiltere’den manda talep ediyorlar. Konsolos’un İngiltere’ye gönderdiği telgrafta halkın kararlılığı şöyle ifade ediliyor: “Anavatanlarını müdafa edecek son Laz kalana kadar savaşacaklarını bildiriyorlar”. İngiltere’den talepleri bölgeye bir donanma gönderilmesidir. Ruslar eğer Batum’a girmek isteyecek olurlarsa kendileri savaşacaklardır.
Rusya bu durumdan rahatsızdır. Rus basını, halkının düşmanca tavrından ötürü Batum'un güvenli bir liman olmadığını, bu sebeple oraya yapılacak yatırımın daha güvenli gördükleri Poti'ye kaydırılmasını tartışır. Neredeyse Batum'dan vazgeçeceklerdir. Ancak Rusya Yıldız Sarayına rahatsızlıklarını bildirir ve anlaşma şartlarının yerine getirmesini talep eder. Yıldız Sarayı Batum’u boşaltmakla Derviş Paşa’yı görevlendirmiştir. Derviş Paşa İstanbul’dan gönderilen hocalar vasıtasıyla isyancılara “Vatanınızı savunmakta haklısınız, ama bu Halife’nin kararıdır. Halife’nin kararına karşı çıkmak dinen caiz değildir, küfürdür” deyip halkı padişah Abdülhamid’in kararına uymaya çağırır. Yani, vatanlarını sorunsuz bir şekilde boşaltmaları için halkın dini duygularını kullanırlar...
Ancak, bölge halkı yine de direnir. Lazistan halkının manda talebine çekimser yaklaşan İngiltere’yi iknaya çalışırlar. Ruslar anlaşmanın imzalanmasından beri Batum’a girmeyi denemezler bile. Olayın padişah elinden tatlılıkla çözüleceğini ummaktadırlar.
Berlin Konferansında Batum halkını savunmak İngiliz delegesi Lord Salisbury'ye kalır. Ancak Batum'un serbest liman statüsüyle Ruslarda kalması fikri konferansta kabul görür. Bunun üzerine İngiltere’nin manda talebini geri çevirmesi direnişçilerin elini kolunu kırar. Halk devlet memurlarının ve hocaların telkinleriyle Batum’u boşaltmayı hızlandırır. Umutlar kesilmiştir. Yıldız Sarayının çok kere uyguladığı, sorun çıkaranları devlet görevi vererek satın alma yöntemi devreye sokulur. İsyancıların başındaki Çürüksulu Ali Paşa'ya maiyetiyle Ordu’ya yerleşmesi karşılığında unvanlar ve  maaşlar vaat edilir... İkna edilir. Diğer isyancı aileler de Abdülhamid'in iradesini kabullenmek zorunda kalırlar ve Derviş Paşa Batum’u boşaltmayı ve sorunsuz bir şekilde Rusya’ya teslim etmeyi  başarır! 7 Eylül 1878 günü Ruslar tek bir mermi bile harcamadan Artvin dahil olmak üzere Batum ve civarını teslim alırlar.
Hani o Abdulhamid’e ait olduğu iddia edilen “kanla alınan topraklar ancak kanla verilir” şeklindeki deyiş, belli ki Batum’u kapsamıyordu. Tamamı Müslüman olan, Rusları sokmamak için "kanlar dökülen, canlar verilen bu vatan toprağı" kanla değil, parayla verilir Rusya'ya. Sadece Batum değil, diğer bir çok vatan toprağıyla birlikte...
Osmanlı devlet aklı Batum'a bir daha geri dönmeyi planlamadığı için sadece askeri değil sivil halkın da bölgeyi boşaltmasını istenir. Batum’dan gelecek muhacirler Rum ve Ermenilerden boşaltılan köylere, hazineye ait boş arazilere yerleştirilir. Hükümet onları Anadolu’nun İslamlaştırılması için bir nevi dolgu malzemesi olarak kullanır; ülkenin dört bir yanına dağıtır Batum muhacirlerini.
Neticede Batum muhaciri Lazlar, Gürcüler, Hemşinliler vs. muhacirlikte çekilen sıkıntılar, ölümler, hastalıklar, açlıklar, kıtlıklar, kayıplar ve enva-yi çeşit belalar II. Abdülhamid’in Batum’u Rusya’ya satmasından dolayıdır. Aklınızda bulunsun...

21 Temmuz 2017 Cuma

Lazcada Soyadı Yapma Formu -şi'nin Hikayesi

Lazca Soyadı Yapma formu –şi’nin Hikayesi

İskender Chitaşi’nin 1928-38 yıllarındaki aktif çalışmaları, özellikle Abhazya’daki Arhavi kökenli Lazlar arasında Lazcanın edebi bir dil olarak yeniden inşasını amaçlıyordu. Bu yeniden inşa, sadece dili kapsamıyordu üstelik, İskender inanmış bir Komünistti ve bu yeni sisteme müsned yeni ve ideal bir toplum oluşturulması fikrini de tüm dönemin Sovyet aydınları gibi paylaşıyordu. Hem bu ideal doğrultusunda, hem de Lazları Sovyetlere entegre etmek için Sovyetik örgütlenmeleri; kolkhozları, sendikaları, partileşmeyi teşvik etti, kurdu ve yönetti. Her şeyi Sovyet bürokrasisinin elverdiği şekliyle yaptı.

Bu yeni toplumun, özüne dönerek Türk etkisinden tamamen arındırılması gibi özcülük hareketleri de yukarıda değindiğimiz inşa ile ilişkilendirilebilir.

Yeni edebi Lazca, Arhavi diyalekti merkezinde fakat, Türkçe unsurlardan mümkün oldukça arındırılmış bir dildi. Modern, siyasi kavramlar Sovyetlere has kelime türetme yöntemleriyle oluşturuluyordu. Türkçe yazıdilinin dayattığı kavramların yerine ise Lazcanın kendi potansiyeli kullanılarak türetmeler yapıldı. Bu türetmelerde Gürcüce formların model alındığı görülmektedir.
Türetmenin yetersiz olduğu yerde Rusça, Gürcüce ve Megrelceden kelimeler ödünçlendi. Fakat daha anlaşılır olması için mecburen Türkçe kelimeler de kullanıldı.

Yukarıda değindiğim gibi, yeni kavramlar yeni biçimler için bir çok yerde Gürcüceden yararlanılmıştır. Bunlara en bariz örnek, günümüzde de kabul gören, dönemin popüler neolojisi ʒ̆alona “devlet, memleket, dünya” kelimesidir. Bu kelime Lazca iki unsurdan ʒ̆ale “aşağı” ve ona “tarla” kelimelerinden türetilmişti ki bu tam olarak Gürcüce “devlet, memleket, dünya” anlamındaki kveqana (kve “aşağı” + qana “tarla”) kelimesinin tercümesidir. Kaldı ki, bu Gürcüce kelime de Sametik dillerden bir tercümedir.

Laz toplumundaki Türkçe unsurların yerine Lazcalarını koyma fikrini İskender ve arkadaşları her alanda genişlettiler. Tüm Kafkas toplumlarında (ve pek tabii Gürcü ve Megrel toplumunda da) çok kuvvetli bir yere sahip olan aynı akrabadan olma durumunu ifade eden soyadlarının (gvarebi) da Lazcalaştırılması daha doğrusu, asimilasyon sonucu unutturulmuş olan Laz soyadlarına dönülmesi bu toplumsal dönüşümün elzem bir unsuru olarak görülmüş olmalı.

O zamana kadar Lazların soyadları Türkçe –oğli (< oğlu) şeklinde bitiyordu: Alefendoğli, Basaoğli, Cordanoğli, Şainoğli vs.

Bununla birlikte Gürcü soyadları istikrarlı bir şekilde –şvili ya da –z̆e ekleriyle bitiyordu: Şevardnaz̆e, Melikişvili vs. gibi...

Buna paralel olarak, Megrel soyadları –ava, -ia ve –ua ekleriyle; Svan soyadları ise –ani ekiyle bitiyordu. Bu şekilde bir kişinin soyadından kim olduğu, aşağı yukarı anlaşılıyordu. Mogvare (yani aynı soydan olma durumu) Gürcü ve Megreller arasında bir takım geleneksel işlevler de yüklenmişti. Bunun en belirgini aynı soyadına sahip olanların evlenmesinin geleneksel olarak yasak olmasıdır.

Bu grametik yapının karşılığını arayan İskender ve arkadaşları buna benzer bir yapı, ek, kalıp bulamadılar.

Bu durum karşısında yapılacak şey, “asimilasyon sonucu unutturulan”  bu yapının yerine yenisini türetmek oldu. 1930’ların başından başlamak üzere Türkçe –oğlu unsuru yerine Lazcanın genitif eki olan -işi ekini koymaya başladılar. Yani Alefendoğli > Alefendişi, Basaoğlu > Basaşi, Cordanoğlu > Cordanişi, Şainoğlu > Şainişi oldu.

Bu tür soyadlarına en eski örnek 2 Aralık 1929 tarihli Mçita Murutsxi gazetesinde örneklenmiştir. Burada İskender kendi adını İsqyander Tsitaşi şeklinde, o zamana kadar ismini Mamedi Vanlioğli şeklinde yazan Muhammet Vanlıoğlu’da adını Mamedi Vanlişi şeklinde yazmıştır.

Bu gazetenin sonraki sayısı elimizde yok, ancak Megrel kökenli yazar Megrelidze’nin Guria’da Lazca ve Megrelce Substratumu adlı çalışmasında, Laz soyadlarında -şi ekinin kullanımını, gazetedeki Tsitaşi, Keseşi, Ketişi, Kaxişi, Çapanişi vs. gibi soyadlarının tanıklığına dayandırır (I. Megrelidze,  Lazskii i Megrelskii sloi Guriiskom, Tiflis 1938, s. 139). Ayrıca Guria’da yayılmış Tuğuşi, Canaşia, Gotaşia gibi soyadlarının etimolojileri için de bu eki bir anahtar olarak kullanır. Ona göre, Tuğuşi, Tuğu kelimesine –şi ekinin getirilmesiyle oluşmuş bir formdur. Bunun gibi, Canaşia’yı da Cana-ş-ia şeklinde böler ve –ş’yi Lazca soyadı yapan unsur olarak değerlendirilir. Buna başka örnekler de verir. Bununla birlikte, Tuğuşi ismi muhtemelen Türkçede Doğuş şeklinde bildiğimiz ismin, Kafkasya’da konuşulan Türkî dillerden girmiş formu olmalıdır (Toğuş-i). (Kafkasyada konuşulan Türkî dillerden Gürcüceye girmiş kişi isim ve soyadları hakkında Marine Janaşia’nın “Gürcü Dilindeki Türkçe Kökenli Özel İsimler” adlı makalesi bu linkten okunabilir: http://turkoloji.cu.edu.tr/pdf/marine_janashia_gurcu_dili_ozel_isimler.pdf).

Türkçeden kaçınmak üzere üretilen bu yapı, tam terisne Türkizmden başka birşey değildir. Anadolu’da, Türkler arasında soyadı yapan, net ekler yoktur. Onun yerine köylüler birisini (Ali) ifade ederken babasının (Mustafa) ya da sülalesinin adıyla, “Mustafa(lar)nın Ali” der. İşte Lazca neolojik form, bu Türkçe kalıbın Lazca tercümesinden ibarettir:  “Mustafa(pe)şi Ali”.

Bu formdan hareketle “Mustafaşi Ali” ya da “Ali Mustafaşi” (İskender kendi adını İskender Chitaşi ve Chitaşi İskenderi gibi iki şekilde de yazmıştır) kalıpları soyadı kabul edilmiş, uluslararası kaidelere uyumluluk açısından soyadı unsurunun sonda olması gerktiğinden olsa gerek, Ali Mustafaşi formu kabul görmüştür.

İskender’in bu keşfi, Lazları geleneksel Gürcü (ve Megrel) toplumundan ayrıştıran bir farkı kapatması açısından yüksek kabul gördü. Megrelidze gibi tanınmış biliminsanları da bunun ispatını yaparak bilimsel çevrelere tanıttı ve bu neolojinin Gürcistan entelijansiyasından kabul görmesini sağladı.

İskender’in 1938’de öldürülüp,  Abhazya’da oluşturulmaya çalışılan Laz toplumu dağıtıldıktan ve bütün kazanımları itibarsızlaştırıldıktan sonra bile İskender ve arkadaşlarının bu icadı Lazlar arasında tutuldu. Bu durum, ekin günümüze değin doğal ve geleneksel bir formmuş gibi gelmesindeki ikinci aşamayı teşkil etti.

Abhazya’daki gelişmelere her zaman mesafeli olan Sarplı Lazlar arasında da bu neoloji kabul gördü. Türk etkisini isimlerinden çıkarmak isteyen Lazlar, soyadlarındaki –oğli unsurunu atıp yerine –şi ekini koydular. 1940’lardan sonra Sarplıların isimlerinin ve soyadlarının Gürcüleştirilmesi politikası da bu icadın resmiyete girip kanıksanmasına katkı sağladı. Gürcüleştirilen isimler ve soyadlarının yanında, bazı kişiler soyadlarına, Lazca ve dolayısıyla Gürcüce olduğu çıkarımıyla –şi formu ekleyerek yeni pasaportlarına yazdılar. Yani, bu aşamada Bekiroğlu’ların bir kısmı Bakraz̆e, diğer bir kısmı Bekirişi; Tantoğlular da Tandilava ya da Tantuşi oldular.

Soyadı yapım ekinin üçüncü ve son aşaması, bu icadın Lazcanın ana vatanına, Türkiye Lazistanına ve Türkiyeli Lazlara taşınmasıyla tamamlandı.

Bunda Sarp sınır kapısının açılması ile birlikte Mehmet Kazancıoğlu, nam-ı diger Ʒ̆ate Baʒ̆aşi, Cemal Vanilişi, Xasan Helimişi gibi Sovyet Lazlarının, Gürcistan Sarpına büyük bir sempati besleyen Türkiyeli Laz entelijansiyla temasa geçmeleri etkili oldu.

Türkiyeli Laz aktivistleri, tarih, dil, kültür vb. konularda etraflı bir sistematik bilgiye sahip değilken, Gürcistanlı ileri gelen Lazlar Gürcü ideolojisiyle donatılmış şekilde, bu soruların her birine cevaplar verebiliyorlardı. Bu da Sarplılara karşı bir hayranlık doğuruyordu. Sarp, Türkiye’nin aksine Lazcanın itibar gördüğü, çocukların Lazca konuştuğu zaman azarlanmak yerine taktir edildiği, masalsı, büyülü bir yerdi. Ancak bu büyünün kısmen bozulması uzun sürmedi. Sarplıların kendilerini Gürcü olarak tanımlamaları Laz aydınlarının daha önce karşılaştıkları bir durum değildi. Bu üst kimlik, sol gelenekten gelen Lazlar tarafından, Türkiye’de muzdarip oldukları, milliyetçilik ile eşleştirildi ve Gürcü şovenizmine bağlandı. Bu da haliyle bu iddiaya karşı tepki doğurdu. Bununla birlikte Türkiyeli Laz aydınlar, Sarplı aydınlarla ilişkilerini, bu konuda bir şerh koymak kaydıyla, sürdürdüler ve onlardan fikri olarak, doğru ya da yanlış, beslendiler.

İşte -şi ekinin soyadı türetme eki olarak Türkiye Lazlarına sirayeti bu suretle olmuştur. Türkiyeli Lazlarda da geleneksel soyadları vardı ve bunlara genellikle -oğlu eklenebiliyordu. Veya, Mustafaların Ali örneğindeki gibi bir yapı kullanılabiliyordu. Bu benzerlik, Gürcistan'dan gelen örnekler ve Özlazcacılık kaygısı, -oğlunun yerini –şi’ye bırakmasına sebep oldu. Buradaki kaygı, tıpkı İskender dönemi aktivistlerindeki gibi Lazcadaki Türkçe unsurları azaltmaktı.
Ogni dergisinin sayılarında, sonraki aktivistlerin isimlerinde bu yeni olgu kendine yer buldu. Bu form, Laz Kültür Hareketi’ne yeni katılan insanlar arasında, günümüzde de gittikçe yayılmakta ve benimsenmektedir.

Sonuç olarak, İskender döneminin bir icadının sanki doğal ve geleneksel bir formmuş gibi günümüze değin ulaşıp benimsenmesi özel bir durumdur ve daha fazla açıklanması ve incelenmesi gerekir. Ben bu yazıda bir giriş yapabildiysem ne mutlu!

Bununla birlikte yaptığım çalışmalar Lazlarda da soyadı yapan eklerin varlığın göstermektedir. Bu ekler –skiri, -(i)va ve az da olsa –ia ekleridir. Ancak bunlar İslamlaşmayla büyük oranda tedavülden kalktı. Bu eklerin yerini ise Türkçe –oğlu unsuru aldı. Bununla birlikte bu ekler yer adlarında fosilleşmiş olarak korunmuştur: P̆et̆esk̆iri, Savask̆iri, Alesk̆iri, Ç̆urç̆ava, K̆ont̆iva, Meliati vs.

Yukarıda değindiğim üzere, aslen bir Türkizm olan bu yapı yerine, Özlazcacı arkadaşlara -skiri ve -(i)va’yı öneriyorum!

18 Mart 2017 Cumartesi

Lazistan Neresidir?


Tarihte Lazica denen yerin ve malum krallığın günümüzde Lazistan olarak bildiğimiz Rize-Artvin sahili ile pek bir ilişkisi yoktur. Lazica, Fasis nehri, yani şimdiki Rioni boylarında kurulmuştu ve en geniş olduğu dönemde bile Batum'a ulaşıp ulaşmadığı konusu şaibelidir. Bu krallık aslında bir Megrel krallığı idi ve Laz olarak belirtilen halk ise yine Megrellerden başkası değildi.


6. yüzyılda Lazica’daki Bizans-Pers savaşlarını anlatan Procopius Atina (Rize-Pazar ilçesi) ile Apsaros (Çoruh nehri ağzındaki Gönye/Gonio şehri) arasındaki sahayı, ne Lazica’ya ne de Bizans’a bağlı olan “özerk insanlar”ın yaşadığını bir yer olarak tanıtır. Burasının kıralsız bir halk olma geleneği ise çok daha eskiye dayanır.

Lazistan olarak bildiğimiz bölgeye ancak Trabzon İmparatorluğu döneminde Lazia ya da Lazica dendiğini, burasının Trabzon İmparatorluğu’nun idari taksimatındaki 7 bandaya (thema’dan küçük idari birim, kaza diyelim) nazaran tek thema (yaklaşık olarak eyalet diyebileceğimiz idari birim) olduğunu da belirtelim. Bu dönemde buraya Θέμα τῆς Μεγάλης Λαζίας yani “Büyük Lazia Theması” denmiştir ki bu isim, Laz-Mağal şeklinde, Osmanlı döneminde Kapistre köyü ile Hopa – Bucak mahallesine değin uzanan sahayı ihtiva eden zeamet ve nahiye için kullanılmıştır.

Söz konusu bölgeye o zamana kadar bu isimlendirme hiç kullanılmamasına rağmen, 11. yüzyıllarda birden bire buraya Lazia denmesinin, hatta bununla yetinmeyerek “Büyük Lazia” denmesinin belli bir açıklamasının olması gerekir. Benim kanaatim ve en mantıklısı "Trabzon imparatorluğu Tarihi" adlı eserin müellifi Fallmerayer’in şu tespitiyle aynı doğrultudadır: “Arapların zaferlerinin ardından, Anadolu coğrafyasındaki pek çok yer gibi Pontus adı da kayboldu. Devletin eyaletleri artık “Eparch” değil, “Theme” olarak anıldı. Buna rağmen Bizans sarayının gururu, daha doğrusu aczi o kadar ileri vardı ki, yitirilen eyaletlerin bazılarının adları henüz yitirilmeyen eyaletlere verilerek, arazi genişliği eskiye göre olmasa dahi theme sayısının çokluğuna göre, aynı büyük devletin devam ettiği yanılgısına düşmüştü.”

Muhtemelen bölgeye Lazia denmesi kaybedilen eski Lazica’ya bir gönderme yapıyordu ve eski Lazica’daki hak iddialarını da canlı tutuyordu.

Buna benzer bir örneğe günümüzde de tanık olmaktayız. Gürcistan Patrikliği 2002 sinodunda (dini toplantı) Batum-Kobuleti “epark”ını (epark - Ortodoks Hıristiyan kilisesinde idari bölge) teşkil etti. 2007’de tabiri caizse, meydanı boş bulan patriklik bu eparkın adını “Batum ve Lazistan Eparkı” (ბათუმისა და ლაზეთის ეპარქია) şeklinde değiştirdi, başına da bir episkopos atandı. Batum ve Lazistan Eparkının internet sitesi bu: http://www.eparchy-batumi.ge/

Oysa ki Gürcü Kilisesi tarihin hiçbir döneminde burada örgütlenmemişti ve buraları tamamen İslamlaşıncaya kadar, İstanbul Patrikliği'nin ruhani idaresi altındaydı. Bununla birlikte Sovyetlerden sonra tarihinin altın çağını yaşayan Gürcü Patrikliği “Tarihi Gürcistan” olarak saydığı bölgeye özlemini daha fazla gizleyemedi. Öyle ya, Lazlar da Gürcü idi ve Lazların habitatları da doğal olarak Gürcistan’ın bir parçası kabul edilmeliydi. Patriklik bu yöndeki niyetini ve iddialarını vurgulayacak şekilde işbu eparkı teşkil etmiş bulundu.

Buradan biz konumuza geri dönelim.

1461’de Trabzon Osmanlıların eline geçince 1560’lara kadar Trabzon çeşitli eyaletlere bağlı sancak statüsünde el değiştirip durdu. Lazistan bölgesi de bunlara paralel olarak Trabzon sancağına ve kısa bir dönem de Batum Eyaletine bağlı Atina ve Laz (Arhavi) Kazaları olarak bu değişken taksimatın içerisinde yer aldı.

1562-1565 yılları arasında Trabzon sancağına eyalet statüsü verildi ve Batum Eyaletiyle birleştirilerek Trabzon-Batum Eyaleti kurulmuş oldu. Bu eyalete Trabzon Eyaleti dendiği gibi “Eyâlet-i Batum nâmı diger Trabzon” adı da verilmekteydi.

Bu yeni eyaletle birlikte, Atina ve Laz kazaları birleştirilerek Gönye Sancağı oluşturuldu. Bu saha günümüzdeki Çayeli-Pazar arasındaki Kemer köyünden başlayıp Çoruh nehrinin ağzına kadarki sahayı ve güneyde Borçka’ya kadar Çoruh nehri boyunu kapsıyordu. Şimdiki Çxala (Borçka – Düzköy köyleri) vadisi ve Beğlevan (Güreşen köyleri) köyleri ile Gürcistan’daki Çoruh batısındaki köyleri de ihtiva ediyordu.

O zamana kadar Arhavi Kazasına bağlı bir köy olan Gönye neden mi sancak merkezi oldu? Gönye taa Roma zamanından kalma, aynı adlı oldukça büyük bir kaleye sahipti. Osmanlılar 16. yüzyılda bu kaleyi yeniden inşa ettiler ve bu geniş kale Doğu Karadeniz’in askeri üssü haline geldi, paşalar bu kalede ikamet ettiler.

Bununla birlikte, sancağa gerek resmi yazışmalarda gerekse yerli yabancı seyyahların notlarında Lazistan adının da verildiği görülmektedir.

Bu statü Tanzimat Fermanına değin bu şekilde devam etti. Tanzimat Fermanının yenilikleri arasında yer alan iktisadi ve idari maddeler gereği bölgede yeniden idari düzenlemeye gidilmesi zarureti ancak derebeylerin iknası ile 1851’de mümkün olabildi.

Bu tarihte eyalet sisteminden vilayet sistemine geçildi. İdari yapı mahalle, köy, nahiye, kaza, liva ve vilayet olarak belirlendi.

Bu değişiklikten hemen önce, 1828-1829 Osmanlı - Rus muharebeleri sonunda imzalanan Edirne Antlaşması (1829) ile Batum Sancağına bağlı Anapa-Faş arasındaki bölge Rusya’ya bırakılmıştı. Bu kayıpla iyice daralan Batum Sancağı, Gönye Sancağı ile birleştirilerek Batum merkezli olmak üzere “Lazistan Sancağı” kurulmuş oldu.

1876’da Lazistan Sancağı; Nefs-i Batum Kazası, Maçahel Nahiyesi, Livane (Artvin) Kazası, Acara-i Sufla Kazası, Çürüksu (Kobuleti) Kazası, Hopa Kazası, Arhavi Nahiyesi, Atina Kazası, Hemşin Nahiyesi, Acara-i Ulya Nahiyesi, Gönye Nahiyesi ve Heba (şimdiki Borçka’ya bağlı Karşıköy) Nahiyesi adlı idari birimlerden oluşmaktaydı.

1877-78 Rus Harbinde, bir sınır livası ve savaşın Kafkasya cephesini teşkil etmiş olması hasebiyle, savaştan en çok etkilenen yerlerden biri de Lazistan Sancağı oldu.

93 Harbi olarak bilinen bu savaştan sonra, yukarıda anılan birimlerden Batum Kazası, Maçahel Nahiyesi, Livane Kazası, Acara-i Sufla  Kazası, Çürüksu Kazası, Acara-i Ulya Nahiyesi, Gönye Nahiyesi ve Heba Nahiyesi ile Hopa Kazası’nın doğusu Abdülhamit tarafından bilmem kaç bin ruble karşılığında Rusya’ya terk edildi, yani satıldı. Geri kalan Hopa’nın Batısı, Arhavi Nahiyesi, Atina Kazası ve Hemşin Nahiyesi ile yeniden idari bir yapılanmaya gidilerek, Keskim (bölgede Makuf olarak bilinen şimdiki Yusufeli bölgesi) ve Rize-Çayeli civarları yeni kurulan Lazistan Sancağı’na dahil edildi ve sancak merkezi de Rize’ye taşındı.

Yani, kısacası Rize, Lazistanlığını Ruslara borçlanmış oldu. Lazistan yazan her yeri Rize diye düzelten zevata ilan olunur. 

Bu durum Cumhuriyet’ten sonra 20 Nisan 1924’de Lazistan Sancağı lağvedilip yerine Rize vilayetleri kuruluncaya kadar devam etmiştir. İyidere – Sarp arasını kapsayan bu vilayet, 20 Mayıs 1933’te Şavşat-Borçka-Yusufeli dolaylarını içine alan Artvin vilayeti ile birleştirilerek Çoruh Vilayeti kuruldu. Ancak bu durum da uzun sürmedi. 1936’da Çoruh vilayet merkezi Artvin’e taşınarak, Rize’de ayrı bir vilayet teşkil edildi. Bu dönemde Fındıklı dahil Sarpa kadarki sahil Artvin merkezli Çoruh vilayetine verilmişti. Ancak 1948’de Fındıklı ilçe yapılıp Rize’ye dahil edilerek günümüzdeki taksimat sağlanmış oldu.

Şu halde Tarihi Lazistan’ı Osmanlıdaki siyasi bir birim olarak değil de Lazların geleneksel olarak yaşadıkları ülke olarak kabul edersek, buranın Batı sınırının, Lazcanın konuşulurluğuyla paralel olarak, Kemer köyünden başlatmak gerekir. Doğu sınırı ise muhakkak ki Çoruh nehridir.

Bunun haricindeki, özellikle Gürcü milliyetçilerinin iddiaları gibi Lazistanı Trabzon’u da içine alacak şekilde ve hatta Samsun’a kadar uzatmak hiçbir tarihi gerçekle bağdaşmaz. Bunlar hüsnükuruntunun ötesine de geçmez.

6 Eylül 2015 Pazar

Lazca Sumexi "Hemşinli" Adı Üzerine

Bütün Hemşinlilerin anayurdu Rize'nin Hemşin, Çamlıhemşin ve Çayeli Senoz-Kaptanpaşa köyleridir, ki buraya Hemşin, bu memleketin insanlarına da Hemşinli denir. Hopa Hemşinliler dahil, batıda ve doğuda yaşayan bütün Hemşinliler çeşitli dönemlerde işbu Hemşin'den gitmedirler. Bu dağılma muhtemelen 18. yüzyılda yaşanmıştır.

Üç dere: Fırtına, Pazar (Pazoni) ve Senoz derelerinin havzasında yaşayan bu topluluk, doğal olarak denize açılma noktasında Lazlarla temas kurmuştur. Bu bölge ile doğrudan teması olan Lazlar, yani Ardeşenli, Çamlıhemşinli ve Pazarlı Lazalar, bu yöre halkına, yani Hemşinlilere Sumexi ve memleketlerine, yani Hemşin'e de Sumexiti derler. Aynı şekilde, Hemşinli kadınlara da Fırtına havzası halkı Sumexisa tabirini kullanır.
Daha iyi anlamak adına özetlersek,
Hemşinli             >> Sumexi
Hemşin               >> Sumexiti
Hemşinli kadın   >> Sumexisa
Yöremizin seçkin (!) tarihçilerinden Muzaffer Arıcı "Rize" adlı kitabında diyor ki, «Lazlar ki, onların da ataları Türk’tür, komşuları Gürcülere Gürcü, Megrellere Megrel, Türklere de Türkçe konuşanlara da SU MEĞHI derler, üç yel/üç kol/üç ok manasını taşır. Yani bu deyim Türkçe konuşanların tümüne şamil olup, Oğuz boyunun Üç oklar grubunu bize gösteren en kuvvetli delildir. Lazlara da mı böyle söyleyin diye baskı yapıldı?»
Muzaffer Bey'in iddia ettiği gibi değil tabii ki, Lazlar sadece Hemşinlilere Sumexi derler, Heşinlilerin Türkçe konuşması üzerinden gidip, bütün Türkçe konuşanlara Sumexi dendiği gibi bir genelleme yapmak yanlış olur. Çünkü herkes, Hemşinliler de dahil olmak üzere anadilleri Türkçe olan Hemşinliler ile Rizelileri birbirinden ayırırlar. Yöre tabiri ile Hemşinliler Hemşinlidir, Rizeliler Horum!
Sumexi'ye gelince, Muzaffer Bey bu kelimeyi Hemşinlilerin Ermeni olmadığına dair bir delil olarak sürer. Kendi etimolojisiyle, Sumexi'yi Lazca sum "üç" ve ixi "yel" ile açıklar ve nasıl başardığı belli olmasa da üç yel'i üç kol'a ve oradan Oğuzların meşhur Üç Ok'una bağlar (http://www.hemsinliyiz.biz/index.php/Thread/19654-Muzaffer-ARICI/).
Peki gerçekten öyle mi?
Etrafımızı biraz araştırınca, kelimenin Muzaffer Arıcı'nın söylediğinin tam tersine bir delil oluşturduğu ortaya çıkıyor. Kafkasya sahasında Ermeni adlandırmaları Lazca Sumexi kelimesi ile uyuşuyor. Gürcüler Ermenilere Somexi, Ermenistan'a da Somxeti diyorlar. Megreller de Somexi'yi kullanıyorlar Ermeni anlamında. Osetler Ermenilere Somix, Abhazlar ise Āş°āmāx̍ diyorlar. Avarlar da Ermenistan'a t͡s’amuq͡χː adı veriyorlar.
Kelimenin net bir etimolojisi  yapılamamış. Ekseri Gürcüce samxreti "güney" anlamındaki kelimeyle açıklanmaya çalışılmış, halk etimolokları tarafından. Fakat daha makul bir önerme Diakonoff tarafından yapılmış. Buna göre Fırat vadisinin üst taraflarını ifade eden ve bir dönem Proto-Ermenilerin Güney Kafkasyalı kabilelerle bir arada ya da komşu olarak yaşadıkları sanılan, Akadca Suxmu, Hititçe Zuhma adı verilen bölgenin isminden Somexi/Sumexi adının Güney Kafkasyalı halkların dillerinde korunmuş olduğu yönünde.

Sonuçta, aslında Lazlar Hemşinlilere Sumexi yani Ermeni diyorlar, kendi dillerinde. Lazların direkt temas kurdukları bu Ermeni toplumu gittikçe Hıristiyan Ermeni gruptan ayrılınca, Türkçe Ermeni kelimesini Ermeniler için, Lazca Sumexi kelimesini de sırf Hemşinliler için kullanır olmuşlar.  Bunun nedeni günümüzde artık Hemşinli ile Ermeni toplumlarının kökensel bir geçmiş yadsınamamakla birlikte, birbirinden oldukça farklı birer grup olarak var olmalarıdır.