10 Kasım 2018 Cumartesi

"Şanguli" Adı Üzerine

Günümüzde Ardeşen’e bağlı, Fırtına Deresinin doğusunda, yeni adı Doğanay adlı bir köy vardır. Burası hakkındaki en eski kaynak 1681 yılına ait bir avarız defteridir. Bu defterde شانغول Şānġūl şeklinde anılan köy, Yanivat ve Dutxa ile birlikte Zğemi köyüne bağlı bir mahalle olarak gösterilir: Ḳarye-i Ẓġām-i zīr ve bālā maa maḥalle-i Ṭūtḫā ve Şānġūl ve Yānivāt tābiʽ Ātīna.

Bundan sonraki kayıtlarda, artık Şānḳūl (شانقول) köyü Atina kazasına bağlı bir köy olarak anılagelir (Atina kaza merkezi şimdiki Pazar kasabasıdır).

Bir kaç arkadaşım ve bazı meraklıları Şangul kelimesinin anlamını bana sordular. En sonunda bu konu hakkında kısa bir yazı kaleme alıp, hepsine topluca bir cevap vermeye karar verdim. Bu kelime hakkındaki bildiklerim şöyledir.

Evvela Şanguli adı 17. yüzyıl başlarında yazıya geçmiş, Megrelya’da kullanılan bir antroponim (insan ismi) olarak da bilinmektedir. Eski Lazika Eparklığının 4 episkoposluk merkezinden biri olan ve 8-10. yüzyıllarda Gürcü kilisesine bağlanan Tsaişi manastırının kayıtlarında 17. yüzyılda Şangulia soyadlı 6 kişi kayıt altına alınmıştır. 1616-1621 yıllarına ait başka bir kilise kaydında yine Şangulia soyadlı kardeşlerden bahsedilmiştir. 17. yüzyılın ilk çeyreğinde Megrel Prensi II. Levan Dadiani’nin hizmetinde çalışmış Kaixosro Şangulia adlı bir kişi de günümüze ulaşan kayıtlarda anılmaktadır. Son olarak, bu soyadına Şanglaia formunda da rastlanmaktadır. Megrelcedeki Şangulia soyadı önceden bir lakap olarak ortaya çıkmış olmakla birlikte, sonradan soyadı (gvari) olarak kullanılmış olmalıdır.

Lazca sahasında soyadı olarak en eski kayıt Şanguloğlu şeklinde olup 1834 yılına aittir. Bu tarihte Viçe'nin (Fındıklı) Abuulya ve Çanapet köylerine Şanguloğlu sülale adı kayıt altına alınmıştır. Bu sülale Soyadı kanunu ile Şengül soyadını almıştır. Bu arada bir arkadaşım, Güneysu'nun Handüzü yaylasına çıkılırken, küçük bir mezra adı olarak Şankul kelimesine rastlandığı bilgisini iletti bana.

Şangulia soyadındaki –ia unsuru Megrellere has bir soyadı (gvari) yapma ekidir. Geriye kalan Şangul- gövdesini şang- kökü oluşturur ki, Megrelcede şangi “siyah” anlamına gelir (şangiş peri).  Alio Kobalia Megrelce sözlüğünde şangi/şange/şagi kelimesini "siyah, bakır çalığı; esmer" şeklinde açıklamıştır. Bu kökten türemiş kelimeleri şöyle sıralar: şamgi/şamugi "siyah; bu adla üzüm türü de vardır", şamgona "şamgi üzümü bağı" (Enguri nehri kıyısında Zugdidi iline bağlı bir köyün adı da Şamgona'dır), şangeli "uzun boynuzlu bir tür böcek" (Gürcücenin İmereti ağzında: şanguli “uzun boynuzlu, siyahlı beyazlı bir böcek”), şangişperi "esmer, siyahımsı, siyahımtrak", şangu/şamgu "üzüm türü" (bu üzüme farklı kaynaklarda Şangula, Şanguli ya da Şamgula da denmektedir),  şangua/şangulia "siyahlı, esmer".

Şangi sözünün nihai kökeni Farsça "zenci" anlamındaki زنگی zangî kelimesidir. Bu söz Türkçeye Arapça üzerinden zenci şeklinde girmiştir. Gürcü dilinde zangi yine zenci demektir.Muhtemelen "bakır çalığı" anlamındaki jangi (Gürcüce jangi, Lazca mjangi/zanci) kelimesiyle analoji sonucu ş-leşme ve Kobalia'nın verdiği "bakır çalığı" anlamı ortaya çıkmıştır. Gerçi jangi de Farsçadır: زنگ zang "bakır çalığı" (Ermenicede jang).

Sonuç olarak, Megrelce “siyah” ve daha doğrusu "zenci, siyahî" anlamındaki şangisözünden türeyen Şanguli, kelime anlamı olarak “siyahî” demektir ve siyah bir üzüm cinsine ad olmuştur. Bu şang-ul-i kelimesindeki –ul eki Osmanlıcadan bildiğimiz, nispet î’sinin (insanî, siyahî, Avrupaî, hayvanî kelimelerindeki –î eki) karşılığıdır ve eklendiği kelimeye bir şeye bağlı olma, ilişkili olma anlamını katar. Lazcada Avrupaî tarzda kilidefrang-ul-i yani Frenk-î (Frenk kilidi) ya da bir erik türüne Kort-ul-i (Kortu – Gürcü demektir) denmesi gibi... Şangul-i’nin sonundaki –i eki ise malumunuz Güney Kafkas dillerine has apsolütif hal ekidir.

Şu halde Ardeşen’in Doğanay yani Şanguli köyünün adının anlamı ya (1) “Şanguli adlı üzüm türünün yetiştirildiği yer”dir ya da (2) “Şangulia/Şanguloğlu soyadlı sülalenin mahallesi”... Her ne kadar, 17. yüzyıl ve öncesinde bu sülale adını kayıtlarda tespit edemediysem de ve evvelden birinci şeceneği daha olası bulsam da, Şangul sülalesinin Lazistan'da da yaşıyor olmasından hareketle, şimdi ikinciyi daha mantıklı bulduğumu belirteyim. 

Bunun haricindeki, Şam’lı, şanlı, güllü halk etimolojileri ciddiye alınacak şeyler değildir.

9 Kasım 2018 Cuma

Gergedanın Lazcası Ne?

Gergedan "canavar" tarifine en uygun hayvan olsa gerektir. Dinozorlar çağından kalma, burnunda garip boynuzları ve üzerindeki zırhıyla kocaman ve oldukça korkunç bir yaratık... Ayrıca bir hayli de saldırgan ve kötü şöhretli...
Gergedanlar Yunanca ve bilimsel adıyla Rhinoceros yani "Burun-boynuz", eskiden daha geniş bir coğrafyada yaşamakla birlikte, günümüzde Asya'nın Güneydoğusunda Hindistan ile Çin arasındaki sahada ve Güney Afrika'da yaşar. 
Kuşkusuz Lazların yaşadığı sahada gergedan hiç olmamış. Bu yüzden Güney Kafkas dillerinde bir miras olarak gergedanı ifade eden bir kelime yoktur.
Pekiyi, ödünç de olsa Lazcada gergedanı ifade eden bir kelime var mı acaba?
Bu soruyu bana bir sene kadar önce sorsaydınız, "neden olsun ki?" derdim.
Bir kaç yıldır hazırlamakta olduğum sözlük çalışması için yaptığım derlemelerde, kelimelerin yeniden tashihi ile ilgilenirken, garip bir kelimeyle karşılaştım: "kerkedeni".
Kelime Çxala ağzında kullanılmaktadır ve "Txa mgerişen muçitaşi kerkedeni nikten." yani "Keçi kurttan kurtulunca kerkeden'e dönüşür." atasözünde karşımıza çıkmakta. Aslında bundan başka bir kullanım tespit edemedim. 
Kerkedeni
Buradaki kerkedeni kelimesini bir kenara not ettim. Ancak anlam olarak bir şey bulamamıştım. Fakat bir vesileyle Türkçe gergedan kelimesi hakkında bir yazı okurken ilginç bir benzerlik gözüme çarptı. Türkçe gergedan kelimesi 1400'lerde kergeden ve kergerden şeklinde kullanılıyormuş. Bu kelime Türkçeye Farsçadan girmiş. Farçada bu hayvana کرگدن kargadan ve Arapçada kargaddan denmekteymiş. Kelime Eski Süryanice karkǝḏānā ve Akadca Kurkizannu şeklindeymiş ve hepsinin kökeni Hindistan'da konuşulan Eski Sanskritçe khaḍgadhenu "dişi gergedan" kelimesidir. Sanskritçe khaḍga kelimesi aslında "kama" anlamındadır ve diğer bir anlamı da gergedandır.
Kelime Sanskritçeden Farsçaya ve oradan da çevre dillere yayılmış olmalıdır: Avarca gargadan, Azerbaycanca kərgədan, Tatarca qärkädän, Kırım Tatarcası kerkedan, Kürtçe kergeden, Lakça kargadan, Tacikçe karkadan, Uygurca kerkidan, Özbekçe karkidon vs.
Lazca kerkedeni'nin Farsçadan mı yoksa Türkçenin yerel ağızlarından bir alıntı olduğu karışık. Farsça ile direkt bir temas olmadığına göre, Türkçe veya bölgedeki başka bir dilden girmiş olması lazım Lazcaya. Gürcüler mart̆okra yani "tek boynuz" diyor bu hayvana. Onların da gergedanla temasları olmadığına göre, tercüme bir isim olmalı.
Bu arada, yukarıdaki atasözünü de araştırdım, belli ki bu atasözü Türkçeden aktarılmış. Türkçede, Ömer Asım Aksoy şöyle veriyor atasözünü: "Keçi kurttan kurtulsa gergedan olur." Anlamı da şu imiş "Tehlikeler, zararlar olmasa her şey alabildiğine gelişir."

16 Mart 2018 Cuma

II. Abdülhamid ve Batum Hakkında


Çürüksulu Ali Paşa ve Laz milisler.
Geçtiğimiz günler Abdullahamid’in vefatının 100. sene-yi devriyesiydi.  Ehl-i kalem ikiye ayrılmış; muhafazakarlar ve hükumet yanlıları Sultan Abdülhamid Han’ı adeta kutsal bir şehit gibi anlatıyorlar. Diğer taraf ise onun kaybettiği bilmem kaç milyon kilometre kare topraktan, eşlerine, içki düşkünlüğüne kadar enva-i çeşit hikayelerden bahsediyor.
II. Abdulhamid, nam-ı diğer Kızıl Sultan, İttihatçılar ve onların devamı olan Cumhuriyet’in kurucu kadroları tarafından sevilmezdi. Adı hep “istibdad” ile anıldı. Abdülhamid deyince benim aklıma da hep Tevfik Fikret’in “Sis” şiiri gelir... 
Abdülhamid’in bu kötü şöhretinden sebep AKP hükümetine kadarki devlet aklı onu makbul bir padişah olarak öne çıkarmamıştır. Bununla birlikte, 31 Mart darbesiyle tahtan indirilen sultanın hakkının yendiğini düşünen İslamcı cenah, rövanşist duygularla ona ayrı bir değer verdi.
Türkiye'nin politik konjonktürünü bir kenara koyalım. Lazlar arasında da Abdülhamid’in mühim bir yeri olsa gerek. 1877 senesine dönelim... Ruslarla 93 Harbi patladı patlayacak...
Öncelikle hatırlatayım, 93 Harbi öncesinde Batum, Lazistan Sancağı’nın merkezidir. 1876’da Lazistan Sancağı; Nefs-i Batum Kazası, Macahel Nahiyesi, Livane Kazası, Acara-i Sufla  Kazası, Çürüksu Kazası, Hopa Kazası, Arhavi Nahiyesi, Atina Kazası, Hemşin Nahiyesi, Acara-i Ulya Nahiyesi, Gonia Nahiyesi ve Heba Nahiyesi adlı idari birimlerden oluşmaktaydı.
93 Harbi’nde yukarıda anılan birimlerden, Batum Kazası, Macahel Nahiyesi, Livane Kazası, Acara-i Sufla  Kazası, Çürüksu Kazası, Acara-i Ulya Nahiyesi, Gonia Nahiyesi ve Heba Nahiyesi ile Hopa Kazası’nın bir kısmı Rusya’nın egemenliğine girince, yeniden idari bir yapılanmaya gidilerek, Keskim (şimdiki Yusufeli bölgesi) ve Rize-Çayeli civarları yeni kurulan Lazistan Sancağı’na dahil edildi ve sancak merkezi de Rize’ye taşındı.
40 yıl boyunca Azlağa (Abuislah - Esenkıyı) köyünün doğusunda, Liman köyünün batısındaki Kopmuş burnu Rusya ile Osmanlı arasındaki sınırı teşkil etti.
Ruslar Kafkas cephesinde Karsı, Erzurum’u dolanıp Güneyden Artvin’e dayanmışlar, Kuzeyden de Çürüksu (Kobuleti) önündeki Ozurgeti’de konuşlanmışlardı. İki taraftan tazyik ediyorlar fakat özellikle yerli beylerin liderliğini yaptığı milis direnişini kırıp şehre giremiyorlardı.
Ancak Balkan Cephesinde Ruslar Osmanlı ordusunu dağıtıp Ayastefanos’a yani şimdiki Yeşilköy’e gelip kamp kuruyorlar. Babıali ile aralarında Topkapı surları var. Bir taarruzla surları dağıtıp İstanbul’a girmeyi düşünüyorlar. Osmanlı erkan-ı harbiyesi başkentin Bursa’ya taşınmasını tartışıyor. İstanbul’dan ümit kesilmiş. Bu yoklukta Abdülhamid İngiltere’yi barış için aracı yapıyor; tabii Kıbrıs karşılığında. Rusların ilerlemesinden rahatsız olan İngiltere Rusya’ya baskı yapıp, ikna ediyor ve 31 Ocak 1878’de Edirne Mütarekesi imzalanıyor. Görüşmeler, pazarlıklar 3 Martta Rusya İle Osmanlı arasında imzalanan Ayastefanos Ön Barış Anlaşması ile sonuçlanıyor.
Bu antlaşmanın 19 maddesinin 2. fıkrasında, Ardahan, Kars, Batum, Bayezit ve Soğanlı’ya (Eleşkirt ovası) kadar olan yerlerin Rusya’ya terk edileceği; 3. fıkrasında ise Baserebya bölgesi ve 2. fıkrada belirtilen yerlerin, savaş tazminatı olarak 1.100.000.000 ruble karşılığında Rusya’ya bırakıldığı ifade edilmektedir. Antlaşmanın aynı maddesine göre toplam tazminat 1.410.000.000 rubleydi (= 1.640.000.000 Osmanlı altını).
Savaşın diğer cephesi olan Kafkasya Cephesine mütareke haberi  7 Şubatta ancak ulaşıyor. Fakat çıkan şayialar cephede anavatanları için çarpışan gönüllü milisleri rahatsız ediyor. Padişah’ın Batum’u Rusya’ya bıraktığı söylentisi doğru çıkınca eşrafın ekabirinden bir grup hükümetle görüşüyor. Diyorlar ki; "etmeyin, mesele tazminatsa, payımıza düşeni toplayıp verelim. Biz Rusya’yı vatanımızda istemiyoruz!" Fakat Yıldız Sarayı kararını vermiştir çoktan. Akabinde ekabir memleketlerine döner dönmez Rusya’nın Batum’a girmesi durumunda silahla direnme kararı alıyorlar ve “Lazistan Kıyamı vakka-yı meşhuru” başlıyor. Abdülhamid’ten bir fayda bulamayacaklarını anlayan ekabir politik bir destek sağlamak için bir delegasyon oluşturup İngiltere’nin Trabzon konsolosluğuna baş vuruyorlar. İstanbul büyükelçiliği üzerinden Lordlar Kamarasına gönderdikleri bir mektupla Batum’un öneminden, Rusların eline geçmesi halinde Karadeniz'deki askeri ve ekonomik üstünlüğün Rusların eline geçeceğinden bahisle, İngiltere’den manda talep ediyorlar. Konsolos’un İngiltere’ye gönderdiği telgrafta halkın kararlılığı şöyle ifade ediliyor: “Anavatanlarını müdafa edecek son Laz kalana kadar savaşacaklarını bildiriyorlar”. İngiltere’den talepleri bölgeye bir donanma gönderilmesidir. Ruslar eğer Batum’a girmek isteyecek olurlarsa kendileri savaşacaklardır.
Rusya bu durumdan rahatsızdır. Rus basını, halkının düşmanca tavrından ötürü Batum'un güvenli bir liman olmadığını, bu sebeple oraya yapılacak yatırımın daha güvenli gördükleri Poti'ye kaydırılmasını tartışır. Neredeyse Batum'dan vazgeçeceklerdir. Ancak Rusya Yıldız Sarayına rahatsızlıklarını bildirir ve anlaşma şartlarının yerine getirmesini talep eder. Yıldız Sarayı Batum’u boşaltmakla Derviş Paşa’yı görevlendirmiştir. Derviş Paşa İstanbul’dan gönderilen hocalar vasıtasıyla isyancılara “Vatanınızı savunmakta haklısınız, ama bu Halife’nin kararıdır. Halife’nin kararına karşı çıkmak dinen caiz değildir, küfürdür” deyip halkı padişah Abdülhamid’in kararına uymaya çağırır. Yani, vatanlarını sorunsuz bir şekilde boşaltmaları için halkın dini duygularını kullanırlar...
Ancak, bölge halkı yine de direnir. Lazistan halkının manda talebine çekimser yaklaşan İngiltere’yi iknaya çalışırlar. Ruslar anlaşmanın imzalanmasından beri Batum’a girmeyi denemezler bile. Olayın padişah elinden tatlılıkla çözüleceğini ummaktadırlar.
Berlin Konferansında Batum halkını savunmak İngiliz delegesi Lord Salisbury'ye kalır. Ancak Batum'un serbest liman statüsüyle Ruslarda kalması fikri konferansta kabul görür. Bunun üzerine İngiltere’nin manda talebini geri çevirmesi direnişçilerin elini kolunu kırar. Halk devlet memurlarının ve hocaların telkinleriyle Batum’u boşaltmayı hızlandırır. Umutlar kesilmiştir. Yıldız Sarayının çok kere uyguladığı, sorun çıkaranları devlet görevi vererek satın alma yöntemi devreye sokulur. İsyancıların başındaki Çürüksulu Ali Paşa'ya maiyetiyle Ordu’ya yerleşmesi karşılığında unvanlar ve  maaşlar vaat edilir... İkna edilir. Diğer isyancı aileler de Abdülhamid'in iradesini kabullenmek zorunda kalırlar ve Derviş Paşa Batum’u boşaltmayı ve sorunsuz bir şekilde Rusya’ya teslim etmeyi  başarır! 7 Eylül 1878 günü Ruslar tek bir mermi bile harcamadan Artvin dahil olmak üzere Batum ve civarını teslim alırlar.
Hani o Abdulhamid’e ait olduğu iddia edilen “kanla alınan topraklar ancak kanla verilir” şeklindeki deyiş, belli ki Batum’u kapsamıyordu. Tamamı Müslüman olan, Rusları sokmamak için "kanlar dökülen, canlar verilen bu vatan toprağı" kanla değil, parayla verilir Rusya'ya. Sadece Batum değil, diğer bir çok vatan toprağıyla birlikte...
Osmanlı devlet aklı Batum'a bir daha geri dönmeyi planlamadığı için sadece askeri değil sivil halkın da bölgeyi boşaltmasını istenir. Batum’dan gelecek muhacirler Rum ve Ermenilerden boşaltılan köylere, hazineye ait boş arazilere yerleştirilir. Hükümet onları Anadolu’nun İslamlaştırılması için bir nevi dolgu malzemesi olarak kullanır; ülkenin dört bir yanına dağıtır Batum muhacirlerini.
Neticede Batum muhaciri Lazlar, Gürcüler, Hemşinliler vs. muhacirlikte çekilen sıkıntılar, ölümler, hastalıklar, açlıklar, kıtlıklar, kayıplar ve enva-yi çeşit belalar II. Abdülhamid’in Batum’u Rusya’ya satmasından dolayıdır. Aklınızda bulunsun...